scale up vize
scale up vize

Turkish Press Röportaj: M. Mehmet Ünver

ÖZEL HABER 17.10.2017 - 03:16, Güncelleme: 17.10.2017 - 03:16
 

Turkish Press Röportaj: M. Mehmet Ünver

"Batman’da bir kaç çocukla televizon denen şeyi görmek için gece karanlığında çarşı diye bildiğimiz yere gittiğimizi hatırlıyorum. İçi erkeklerle dolu bir kahvehanenin camından içeriyi seyretmiştik. Televizyon denen aleti ilk gördüğüm andı bu."
Serra Erdoğan: Merhaba, ilk olarak kendiniz hakkında bizi biraz bilgilendirir misiniz? M. Mehmet Ünver: Merhaba! 1968 yılında Batman’da kalabalık bir ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldim. Babamın ticari iflası ve ardından yakamıza yapışan maddi yokluklar yüzünden Ankara’ya göç ettik. Dolayısıyla ilk, orta ve liseyi Ankara’da okudum. Ailenin bir kısmının yurt dışında yaşamasından ötürü 1993 yılında Almanya’ya yerleştim. Şu an evli ve dört çocuk babasıyım. Almanya’da sosyal hizmet veren bir sivil toplum kuruluşunda Networkadmistrator ve Medien Designer olarak çalışmaktayım. Ayrıca kitap okumayı, seyahat etmeyi ve tarihi araştırmayı çok seviyorum. Bu nedenle daha çok sosyal ve tarihsel içerikli metinler yazmayı tercih ediyorum. Mevcut durumda Cinius yayınları tarafından basılmış dört Türkçe eserim var. Sümer tarihini ve yaşamını anlatan ilk romanım İngilizce’ye tercüme edilerek Amerika’da Foremostpress tarafından yayımlandı. Mad “Özgür insan!” Mad “A Free Man” Tabu “Hovardalığın Kitabı” Mad 3 “Vatansız” Zingara’nın Aşkı Türkiye’de aynı isimli birden fazla yazar olduğu için kendi adımın başına göbek adım Mahmut’un kısaltması olarak M. harfini koymayı uygun gördüm. Bu nedenle M. Mehmet Ünver adını kullanıyorum. Sizce yazarlık nedir? Tek cümle ile yanıtlamak gerekirse, yazmak kimliğini ortaya koyma eylemidir. Yazarlığın bir kimlik sahibi olmaktan ibaret olduğunu söyleyebilirim. Her yazarın kendi deneyim ve birikimi farklıdır zira her yazar kendi başına bir kimlik sahibidir. Bu nedenle yazarların dillerine ve uluslarına göre tasnif edilmesine karşıyım. Çünkü ben kendimi radikal özgürlükleri ve demokrasiyi savunan bir yazar olarak görüyorum. Bu noktada kim olduğum veya nereden geldiğimden ziyade ne söylediğimin önemi söz konusu olmalıdır. Meyveleri tanımlarken dahi şuranın meyvesi demek yerine doğrudan özgün adını söylüyoruz. Bunu başka bir ad altında toplamak onu hiçleştirmek veya birbirine katmak olur. İdeolojik konular dışında okuyucunun aradığı şeyin de bu olduğunu düşünüyorum. Hayatınızda en fazla iz bırakan olay veya durum nedir? Kırsaldan kente göç eden ya da geçmişten geleceğe yürüyen bir fert olduğumu bana sürekli hatırlatan bazı anılarım var. Bu anılar beni sürekli etkiler. Yazmam gerektiği duygusunu bende diri tutan da galiba bu anılar. Örneğin beş yaşına kadar içinde yaşadığım, ailenin maddi sıkıntılarını küçük yaşıma rağmen derinden hissettiğim, annemi kaybettiğim ve beni sadece hüzünlendiren bir mahalleden öte anlam ifade etmeyen Batman’da bir kaç çocukla televizyon denen şeyi görmek için gece karanlığında çarşı diye bildiğimiz yere gittiğimizi hatırlıyorum. İçi erkeklerle dolu bir kahvehanenin camından içeriyi seyretmiştik. Televizyon denen nesneyi ilk gördüğüm andı bu. Hiç sesi işitilmeyen, pır pır atlayan siyah beyaz ekranda ayakta dikilen kadın ve erkeklerden oluşan sabit bir görüntü vardı. Yıllar sonra Ankara’ya göç ettiğimizde Dışkapı semtinde kapıcılık yaptığımız apartmanda 7 numarada oturan Kıyas amcanın evinde tekrar görünce Batman’da daha önce seyrettiğim o görüntünün her gün ekrana çıkan bir müzik korosu olduğunu öğrenebilmiştim. İkinci bir anım da, yine küçük bir çocukken Ankara’ya göç ettiğimiz tren yolculuğuydu. Altı kişilik ve yalnızca bize ait kompartımanda iki gün süren tren yolculuğunda vaktimi hep Ankara’nın sıkıntılar ve mutsuzluklar yaşadığımız Batman’dan daha iyi bir yer olacağını hayal ederek geçirmiştim. Batman’dan iflas etmiş bir aile olarak çıkarken bir kaç döşekten ve üzerimizdeki fukara giysilerinden başka hiçbir eşyamız yoktu. Gece Ankara Garı’na vardığımız esnada uyumuşum. Babam bizi uyandırıp trenden indirdiğinde ilk an çok büyük hayal kırıklığı yaşadığımı hatırlıyorum. Peronun üzerini örten camekanlardan gökyüzü görünmüyordu, ilk anda “eyvah!” dedim içimden, “Ankara’ya keşke gelmeseydik. Bu fanusun içinde nasıl yaşayacağız! Geldiğimiz yerde gökyüzü vardı.” diye tedirginlik yaşamıştım. Sonra gardan dışarı çıkınca yanıldığımı anlayarak tekrar sevinmiştim. ​ Kitabınızı nasıl yazmaya karar verdiniz? Kitabınızın içeriğinden biraz bahseder misiniz? Doğrular acı, gerçekler ise uyuşturucudur. Neden bilir misiniz? Çünkü sosyal anlamda insanların iki sabit nokta arasında koşturup durduklarını ve her iki noktanın da kendi mantıkları içinde birer makul izahları olduğunu düşünüyorum: “Gerçekler ve Doğrular.” Bunlar bir madalyonun birbirini hiç görmeyen iki yüzüdür. Biri olmadan diğeri de olamaz ancak birbirine de zıt durmaktadırlar. İnsanlar bazen gerçekleri kendilerine daha yakın hissederler bazen de doğruları tercih ederler. Sonra bu ikisi arasına sıkışmış, her gün kendisini tekrar eden monoton yaşantılarında kâh birini, kâh ötekini savunarak ömürlerini tüketirler. Aslında insan için; kendisi ne kadar inkâr etse de “neye inandığının veya inanmadığının” da hiç bir anlamı yoktur. Zira yaşamda kazanılan kimliklerini sorgulamak ve geliştirmek yerine onu bağnazca yaşatarak kendi güvenliklerini ve manevi beraberliklerini sürdürmekten başka bir sonuç yoktur ortada. Herkesin barış istediği bir dünyada tarih denen şey insanlığın birbirini boğazlama hikayelerinden başka şey değildir. Yine aynı şekilde bütün insanların eşit olduğu veya mutlu olmayı hak ettiği bir doğru olarak dinler, ideolojiler ve bireyler tarafından sürekli savunulur. Sözde insanların kabul ettikleri en temel ortak doğru budur. Ancak gerçekler tam tersini göstermektedir. Mutluluğa giden yol sürekli başkalarının mutsuzluğu üzerine döşenir ve bu hiç sorgulanmaz. Mutluluğa giden insan kimleri mutsuz ettiğine hiç aldırmaz. Oysa çok iyi biliriz ki başkalarının mutsuzluğu üzerine kurulan hiç bir mutluluk kalıcı olamaz! Bu sınanmış doğruya rağmen hem birey hem de toplum olarak bunu hatırlamaktan ısrarla sakınırız. Günümüzde dahi milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşların özünde hiçbir meşru ve geçerli nedeni yoktur. Nedense savaşmak, ölmek, öldürmek nedenini sorgulamaktan daha kolay geliyor insanlara. Aynı dili konuşan ve inancı paylaşan toplumlar içinde bir kısmının uğruna canını verdiği özgürlük, onurlu yaşam, saygınlık, eşitlik, adalet gibi değerler maalesef bir diğeri için tamamen anlamsız hatta düşmanca talepler olarak görülebilmektedir. Birbirinin canını alan taraflara sorsanız her iki taraf da bunu insanlık için yaptıklarını iddia edeceklerdir. Her iki tarafın da yeterince geçerli ve kutsal nedeni mutlaka olacaktır! İşte bu bir gerçektir ancak, asla doğru değildir. Dünyada egemen olan sosyal düzende toplumların çıkarları piramit gibi üst üste örülmektedir. “Alttan bir taşın gözden çıkartılması piramidin yıkılışına neden olabilir” korkusu insanlığı kendi kendisinin düşmanı haline getirmektedir. Alt üst çıkar ilişkileriyle yaşamları ve güvenlikleri inşa edilmiş insanlar doğruların kendilerine dayattığı sorumluluğu yerine getirmekten ziyade gerçeklerin peşinden sürüklenmeyi tercih ediyor. Zira gerçeklerin hâkim olduğu kalabalık ortamlarda risk almak ihtimali azdır. Az insanın cesaret edeceği doğruları savunmakta ise risklerle yüzleşmek ihtimali oldukça yüksek ve ürkütücüdür. Hayatlarımıza hükmeden bu realite her şeyden önce zihinsel olarak aşılması gereken bir paradokstur. Peki, “Doğrusu nedir?” derseniz cevap olarak: “Toplumların veya sınıfların üst üste değil yan yana yeniden inşa edilmeleridir.” derim. Kısacası bazen doğrunun keskin çizgisi her şeyi belirlerken bazen de aynı doğruların en büyük kabusları ve kaybetmeyi anımsatan yönü insanı gerçeklere yöneltmektedir. Doğrular her ne kadar olmazsa olmazımız ise de ancak yapabildiklerimiz gerçeklerimizdir ve tarihsel süreçte belirleyici olan da bundan başka şey değildir. Bu anlamda “Doğrular acı, gerçekler ise statükocu ve uyuşturucudur.” Hayal gücünüz çok geniş ve renkli olmalı. Bununla ilgili neler söyleyebilirsiniz? Göçmen insanın belki de tek tesellisi yeni yerlerde edindiği farklı tecrübelerdir. Ben de bu konuda gördüğüm tanıdığım yeniliklere duyarlı yaklaşarak kendime bir şeyler devşirmeye çalışıyorum. Farklı toplumlar, uluslar, dinler, diller ve kültürler mutlaka insana etki ediyor. Ben de yazarken bunları değerlendirmeye çalışıyorum. Yazarken olmazsa olmazlarınız var mı? (örn. çay-kahve içmek gibi) Yazarken tek dileğim yalnız kalmaktır. Kimsenin beni rahatsız etmemesidir. Hiç unutmuyorum ilk romanımın final bölümünü yazıyordum. O anı yazarken her şey o denli canlıydı ki heyecandan parmaklarım titriyordu. Tam yazının ortalarına geldiğim sırada eve misafir geldi. Dilim tutulmuştu, konuşmakta zorlanıyordum. Ama o duyguları artık elimden kaçırmıştım. Sonraki hiç bir denememde o ilk heyecanı hissedemedim. Aile dostumuz farkında olmadan bir romanın finalini değiştirmiş oldu. Bu nedenle yazı yazarken aranmaktan ve sorulmaktan çok rahatsız oluyorum. Bir yazar için zaman ne demektir? Yazarı ilgilendiren zaman boyutu, bana göre içinde yaşadığından ziyade yazıda geçen konunun kapsadığı süreçtir. Sonu açık kalan bir yazı sonsuzluğa gönderilmiş bir mesajdır. Sonu kesinleşen bir yazı ise en sevdiklerimizi kendi ellerimizle toprağa vermek anlamına gelmektedir. Artık o ölüdür, geride kalmıştır ve hayat devam edecektir. Günlük hayat kaleminizi nasıl etkiliyor? Bir grafiker ve dizayner olduğum için buna ortak bir yanıt vereyim isterseniz. Keşfe çıkan bir fotoğrafçı gördüğü her güzelliği ölümsüzleştirmek için çok defa denklansöre basabilir. Ancak aynı keşfe çıkan bir yazar galiba bir maden keşfetmeden yazmaya gerek duymayacaktır. İçeriğinde herhangi bir cevher barındırmayan yazılar kendilerini okutmakta zorlanırlar. Ufukta yeni bir kitap var mı? Motivasyonumu kaybettiğim, yarım kalan birkaç romanın dışında Doğu ve Batı toplumları üzerine bir karşılaştırma olan „Kaybedenler: Bütün İktidarlar Zalimdir!“ isimli tarihi roman çalışmam yıllardır sürüyor. Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması tezini doğru görmüyorum. Bence çatışmadan ziyade zıt yönlerde bir ayrışma söz konusu. Her medeniyet kendi mecrasında kendi yönünde ilerlemektedir. Henüz yazma aşamasında olduğumdan çok fazla detay veremiyorum ancak çok basit bir anlatımla ifade edersek en güçlü medeniyetin iktidarı için dizayn edilmiş ve kurgulanmış mevcut dünya düzeninde düzen değişmediği sürece şayet medeniyetlerden biri doğru diğeri ters yönde gidiyorsa bunlar asla çatışamazlar. Fizik kanunlarına da aykırı bir durum bu. Birisinin doğruya yaklaştığı ve avantajlı konumunu sağlamlaştırdığı oranda diğeri kaybetmeye yakınlaşacaktır. Hele işin içinde siyaset de varsa çok dikkat etmek gerekir. Rakibinizi tersten komplolarla rekabetten kopartıp ters yönde tam gaz gönderirseniz keyfinize keyif katarsınız. Bir kesim toplumların Mars gezegenine insan kolonileri yollama arefesinde olduğu günümüzde bazı toplumların hâlâ toprak ve sınır savaşları söz konusuysa hangi medeniyetin rekabet veya çatışmasından bahsedebiliriz? Esiri olduğumuz dünyada toprak diyerek üzerine basıp geçilen şey uğrunda ölmek değil aksine tıpkı soluduğumuz oksijen gibi bütün insanlığın ortak malı yapılmalıdır. Zira görebilen için sınır denen şey aslında bir savaş ilanıdır. Her türlü barışa kendisini kapatmanın ifadesidir. Çünkü sınır ve medeniyet birbirine zıt sonuçlardır. Sınır güç kazandırabilir ama medeni yapmaz. Topraklar ve toplumlar arasındaki sınır geri toplumlarda hiç sezdirmeden insan zihniyetine vurulan birer pranga işlevi görmektedir. Ben burada apaçık bir aldanma ve aldatmadan başka şey görmüyorum. Kaybedenler adlı eserin bayağı bir kısmını kaleme almış durumdayım. Buna rağmen çok araştırma ve kaynağa ihtiyaç duyduğum için yazım işi ağır gidiyor. En kısa zamanda bitirmek için uğraşıyorum. Bir yazar olarak okuyucularınıza mesajlarınız nelerdir? Okuyucu sadece bir kitabı okuyabildiği için bile mutlu olmalıdır. Kim tarafından ve ne maksatla yazıldığı, içeriğinin ne olduğu çok önemli değil. Okura kitabı okuduktan sonra farklı bir bakış açısıyla onun sağlamasını yapmasını öneriyorum. Tıpkı her söylenilenin doğru olamayacağı gibi her yazılanın da doğru olması mümkün değildir. Zaten yazmak yazarın sözlerinden başka şey değildir. Okuyucuya söylenecek başka bir söz ve öneriyi yönlendirme olarak görüyor ve imtina ediyorum. Reutlingen, 14.10.2017   M. Mehmet Ünver Pestalozzistr. 172 72762 Reutlingen / Deutschland   is2006@hotmail.de www.mehmetünver.com Röportaj: Serra Erdoğan
"Batman’da bir kaç çocukla televizon denen şeyi görmek için gece karanlığında çarşı diye bildiğimiz yere gittiğimizi hatırlıyorum. İçi erkeklerle dolu bir kahvehanenin camından içeriyi seyretmiştik. Televizyon denen aleti ilk gördüğüm andı bu."
Serra Erdoğan: Merhaba, ilk olarak kendiniz hakkında bizi biraz bilgilendirir misiniz?
M. Mehmet Ünver: Merhaba!
1968 yılında Batman’da kalabalık bir ailenin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldim. Babamın ticari iflası ve ardından yakamıza yapışan maddi yokluklar yüzünden Ankara’ya göç ettik. Dolayısıyla ilk, orta ve liseyi Ankara’da okudum. Ailenin bir kısmının yurt dışında yaşamasından ötürü 1993 yılında Almanya’ya yerleştim. Şu an evli ve dört çocuk babasıyım. Almanya’da sosyal hizmet veren bir sivil toplum kuruluşunda Networkadmistrator ve Medien Designer olarak çalışmaktayım. Ayrıca kitap okumayı, seyahat etmeyi ve tarihi araştırmayı çok seviyorum. Bu nedenle daha çok sosyal ve tarihsel içerikli metinler yazmayı tercih ediyorum.
Mevcut durumda Cinius yayınları tarafından basılmış dört Türkçe eserim var. Sümer tarihini ve yaşamını anlatan ilk romanım İngilizce’ye tercüme edilerek Amerika’da Foremostpress tarafından yayımlandı.
Mad “Özgür insan!”
Mad “A Free Man”
Tabu “Hovardalığın Kitabı”
Mad 3 “Vatansız”
Zingara’nın Aşkı
Türkiye’de aynı isimli birden fazla yazar olduğu için kendi adımın başına göbek adım Mahmut’un kısaltması olarak M. harfini koymayı uygun gördüm. Bu nedenle M. Mehmet Ünver adını kullanıyorum.



Sizce yazarlık nedir?
Tek cümle ile yanıtlamak gerekirse, yazmak kimliğini ortaya koyma eylemidir. Yazarlığın bir kimlik sahibi olmaktan ibaret olduğunu söyleyebilirim. Her yazarın kendi deneyim ve birikimi farklıdır zira her yazar kendi başına bir kimlik sahibidir. Bu nedenle yazarların dillerine ve uluslarına göre tasnif edilmesine karşıyım. Çünkü ben kendimi radikal özgürlükleri ve demokrasiyi savunan bir yazar olarak görüyorum. Bu noktada kim olduğum veya nereden geldiğimden ziyade ne söylediğimin önemi söz konusu olmalıdır. Meyveleri tanımlarken dahi şuranın meyvesi demek yerine doğrudan özgün adını söylüyoruz. Bunu başka bir ad altında toplamak onu hiçleştirmek veya birbirine katmak olur. İdeolojik konular dışında okuyucunun aradığı şeyin de bu olduğunu düşünüyorum.

Hayatınızda en fazla iz bırakan olay veya durum nedir?
Kırsaldan kente göç eden ya da geçmişten geleceğe yürüyen bir fert olduğumu bana sürekli hatırlatan bazı anılarım var. Bu anılar beni sürekli etkiler. Yazmam gerektiği duygusunu bende diri tutan da galiba bu anılar.
Örneğin beş yaşına kadar içinde yaşadığım, ailenin maddi sıkıntılarını küçük yaşıma rağmen derinden hissettiğim, annemi kaybettiğim ve beni sadece hüzünlendiren bir mahalleden öte anlam ifade etmeyen Batman’da bir kaç çocukla televizyon denen şeyi görmek için gece karanlığında çarşı diye bildiğimiz yere gittiğimizi hatırlıyorum. İçi erkeklerle dolu bir kahvehanenin camından içeriyi seyretmiştik. Televizyon denen nesneyi ilk gördüğüm andı bu. Hiç sesi işitilmeyen, pır pır atlayan siyah beyaz ekranda ayakta dikilen kadın ve erkeklerden oluşan sabit bir görüntü vardı. Yıllar sonra Ankara’ya göç ettiğimizde Dışkapı semtinde kapıcılık yaptığımız apartmanda 7 numarada oturan Kıyas amcanın evinde tekrar görünce Batman’da daha önce seyrettiğim o görüntünün her gün ekrana çıkan bir müzik korosu olduğunu öğrenebilmiştim.

İkinci bir anım da, yine küçük bir çocukken Ankara’ya göç ettiğimiz tren yolculuğuydu. Altı kişilik ve yalnızca bize ait kompartımanda iki gün süren tren yolculuğunda vaktimi hep Ankara’nın sıkıntılar ve mutsuzluklar yaşadığımız Batman’dan daha iyi bir yer olacağını hayal ederek geçirmiştim. Batman’dan iflas etmiş bir aile olarak çıkarken bir kaç döşekten ve üzerimizdeki fukara giysilerinden başka hiçbir eşyamız yoktu. Gece Ankara Garı’na vardığımız esnada uyumuşum. Babam bizi uyandırıp trenden indirdiğinde ilk an çok büyük hayal kırıklığı yaşadığımı hatırlıyorum. Peronun üzerini örten camekanlardan gökyüzü görünmüyordu, ilk anda “eyvah!” dedim içimden, “Ankara’ya keşke gelmeseydik. Bu fanusun içinde nasıl yaşayacağız! Geldiğimiz yerde gökyüzü vardı.” diye tedirginlik yaşamıştım. Sonra gardan dışarı çıkınca yanıldığımı anlayarak tekrar sevinmiştim.




Kitabınızı nasıl yazmaya karar verdiniz? Kitabınızın içeriğinden biraz bahseder misiniz?
Doğrular acı, gerçekler ise uyuşturucudur. Neden bilir misiniz? Çünkü sosyal anlamda insanların iki sabit nokta arasında koşturup durduklarını ve her iki noktanın da kendi mantıkları içinde birer makul izahları olduğunu düşünüyorum: “Gerçekler ve Doğrular.” Bunlar bir madalyonun birbirini hiç görmeyen iki yüzüdür. Biri olmadan diğeri de olamaz ancak birbirine de zıt durmaktadırlar. İnsanlar bazen gerçekleri kendilerine daha yakın hissederler bazen de doğruları tercih ederler. Sonra bu ikisi arasına sıkışmış, her gün kendisini tekrar eden monoton yaşantılarında kâh birini, kâh ötekini savunarak ömürlerini tüketirler. Aslında insan için; kendisi ne kadar inkâr etse de “neye inandığının veya inanmadığının” da hiç bir anlamı yoktur. Zira yaşamda kazanılan kimliklerini sorgulamak ve geliştirmek yerine onu bağnazca yaşatarak kendi güvenliklerini ve manevi beraberliklerini sürdürmekten başka bir sonuç yoktur ortada.
Herkesin barış istediği bir dünyada tarih denen şey insanlığın birbirini boğazlama hikayelerinden başka şey değildir. Yine aynı şekilde bütün insanların eşit olduğu veya mutlu olmayı hak ettiği bir doğru olarak dinler, ideolojiler ve bireyler tarafından sürekli savunulur. Sözde insanların kabul ettikleri en temel ortak doğru budur. Ancak gerçekler tam tersini göstermektedir. Mutluluğa giden yol sürekli başkalarının mutsuzluğu üzerine döşenir ve bu hiç sorgulanmaz. Mutluluğa giden insan kimleri mutsuz ettiğine hiç aldırmaz. Oysa çok iyi biliriz ki başkalarının mutsuzluğu üzerine kurulan hiç bir mutluluk kalıcı olamaz! Bu sınanmış doğruya rağmen hem birey hem de toplum olarak bunu hatırlamaktan ısrarla sakınırız. Günümüzde dahi milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşların özünde hiçbir meşru ve geçerli nedeni yoktur. Nedense savaşmak, ölmek, öldürmek nedenini sorgulamaktan daha kolay geliyor insanlara. Aynı dili konuşan ve inancı paylaşan toplumlar içinde bir kısmının uğruna canını verdiği özgürlük, onurlu yaşam, saygınlık, eşitlik, adalet gibi değerler maalesef bir diğeri için tamamen anlamsız hatta düşmanca talepler olarak görülebilmektedir.
Birbirinin canını alan taraflara sorsanız her iki taraf da bunu insanlık için yaptıklarını iddia edeceklerdir. Her iki tarafın da yeterince geçerli ve kutsal nedeni mutlaka olacaktır! İşte bu bir gerçektir ancak, asla doğru değildir. Dünyada egemen olan sosyal düzende toplumların çıkarları piramit gibi üst üste örülmektedir. “Alttan bir taşın gözden çıkartılması piramidin yıkılışına neden olabilir” korkusu insanlığı kendi kendisinin düşmanı haline getirmektedir. Alt üst çıkar ilişkileriyle yaşamları ve güvenlikleri inşa edilmiş insanlar doğruların kendilerine dayattığı sorumluluğu yerine getirmekten ziyade gerçeklerin peşinden sürüklenmeyi tercih ediyor. Zira gerçeklerin hâkim olduğu kalabalık ortamlarda risk almak ihtimali azdır. Az insanın cesaret edeceği doğruları savunmakta ise risklerle yüzleşmek ihtimali oldukça yüksek ve ürkütücüdür. Hayatlarımıza hükmeden bu realite her şeyden önce zihinsel olarak aşılması gereken bir paradokstur. Peki, “Doğrusu nedir?” derseniz cevap olarak: “Toplumların veya sınıfların üst üste değil yan yana yeniden inşa edilmeleridir.” derim.

Kısacası bazen doğrunun keskin çizgisi her şeyi belirlerken bazen de aynı doğruların en büyük kabusları ve kaybetmeyi anımsatan yönü insanı gerçeklere yöneltmektedir. Doğrular her ne kadar olmazsa olmazımız ise de ancak yapabildiklerimiz gerçeklerimizdir ve tarihsel süreçte belirleyici olan da bundan başka şey değildir. Bu anlamda “Doğrular acı, gerçekler ise statükocu ve uyuşturucudur.”




Hayal gücünüz çok geniş ve renkli olmalı. Bununla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Göçmen insanın belki de tek tesellisi yeni yerlerde edindiği farklı tecrübelerdir. Ben de bu konuda gördüğüm tanıdığım yeniliklere duyarlı yaklaşarak kendime bir şeyler devşirmeye çalışıyorum. Farklı toplumlar, uluslar, dinler, diller ve kültürler mutlaka insana etki ediyor. Ben de yazarken bunları değerlendirmeye çalışıyorum.

Yazarken olmazsa olmazlarınız var mı? (örn. çay-kahve içmek gibi)
Yazarken tek dileğim yalnız kalmaktır. Kimsenin beni rahatsız etmemesidir. Hiç unutmuyorum ilk romanımın final bölümünü yazıyordum. O anı yazarken her şey o denli canlıydı ki heyecandan parmaklarım titriyordu. Tam yazının ortalarına geldiğim sırada eve misafir geldi. Dilim tutulmuştu, konuşmakta zorlanıyordum. Ama o duyguları artık elimden kaçırmıştım. Sonraki hiç bir denememde o ilk heyecanı hissedemedim. Aile dostumuz farkında olmadan bir romanın finalini değiştirmiş oldu. Bu nedenle yazı yazarken aranmaktan ve sorulmaktan çok rahatsız oluyorum.



Bir yazar için zaman ne demektir?
Yazarı ilgilendiren zaman boyutu, bana göre içinde yaşadığından ziyade yazıda geçen konunun kapsadığı süreçtir. Sonu açık kalan bir yazı sonsuzluğa gönderilmiş bir mesajdır. Sonu kesinleşen bir yazı ise en sevdiklerimizi kendi ellerimizle toprağa vermek anlamına gelmektedir. Artık o ölüdür, geride kalmıştır ve hayat devam edecektir.

Günlük hayat kaleminizi nasıl etkiliyor?
Bir grafiker ve dizayner olduğum için buna ortak bir yanıt vereyim isterseniz. Keşfe çıkan bir fotoğrafçı gördüğü her güzelliği ölümsüzleştirmek için çok defa denklansöre basabilir. Ancak aynı keşfe çıkan bir yazar galiba bir maden keşfetmeden yazmaya gerek duymayacaktır. İçeriğinde herhangi bir cevher barındırmayan yazılar kendilerini okutmakta zorlanırlar.



Ufukta yeni bir kitap var mı?
Motivasyonumu kaybettiğim, yarım kalan birkaç romanın dışında Doğu ve Batı toplumları üzerine bir karşılaştırma olan „Kaybedenler: Bütün İktidarlar Zalimdir!“ isimli tarihi roman çalışmam yıllardır sürüyor. Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması tezini doğru görmüyorum. Bence çatışmadan ziyade zıt yönlerde bir ayrışma söz konusu. Her medeniyet kendi mecrasında kendi yönünde ilerlemektedir. Henüz yazma aşamasında olduğumdan çok fazla detay veremiyorum ancak çok basit bir anlatımla ifade edersek en güçlü medeniyetin iktidarı için dizayn edilmiş ve kurgulanmış mevcut dünya düzeninde düzen değişmediği sürece şayet medeniyetlerden biri doğru diğeri ters yönde gidiyorsa bunlar asla çatışamazlar. Fizik kanunlarına da aykırı bir durum bu. Birisinin doğruya yaklaştığı ve avantajlı konumunu sağlamlaştırdığı oranda diğeri kaybetmeye yakınlaşacaktır. Hele işin içinde siyaset de varsa çok dikkat etmek gerekir. Rakibinizi tersten komplolarla rekabetten kopartıp ters yönde tam gaz gönderirseniz keyfinize keyif katarsınız. Bir kesim toplumların Mars gezegenine insan kolonileri yollama arefesinde olduğu günümüzde bazı toplumların hâlâ toprak ve sınır savaşları söz konusuysa hangi medeniyetin rekabet veya çatışmasından bahsedebiliriz?

Esiri olduğumuz dünyada toprak diyerek üzerine basıp geçilen şey uğrunda ölmek değil aksine tıpkı soluduğumuz oksijen gibi bütün insanlığın ortak malı yapılmalıdır. Zira görebilen için sınır denen şey aslında bir savaş ilanıdır. Her türlü barışa kendisini kapatmanın ifadesidir. Çünkü sınır ve medeniyet birbirine zıt sonuçlardır. Sınır güç kazandırabilir ama medeni yapmaz. Topraklar ve toplumlar arasındaki sınır geri toplumlarda hiç sezdirmeden insan zihniyetine vurulan birer pranga işlevi görmektedir. Ben burada apaçık bir aldanma ve aldatmadan başka şey görmüyorum. Kaybedenler adlı eserin bayağı bir kısmını kaleme almış durumdayım. Buna rağmen çok araştırma ve kaynağa ihtiyaç duyduğum için yazım işi ağır gidiyor. En kısa zamanda bitirmek için uğraşıyorum.




Bir yazar olarak okuyucularınıza mesajlarınız nelerdir?
Okuyucu sadece bir kitabı okuyabildiği için bile mutlu olmalıdır. Kim tarafından ve ne maksatla yazıldığı, içeriğinin ne olduğu çok önemli değil. Okura kitabı okuduktan sonra farklı bir bakış açısıyla onun sağlamasını yapmasını öneriyorum. Tıpkı her söylenilenin doğru olamayacağı gibi her yazılanın da doğru olması mümkün değildir. Zaten yazmak yazarın sözlerinden başka şey değildir. Okuyucuya söylenecek başka bir söz ve öneriyi yönlendirme olarak görüyor ve imtina ediyorum.


Reutlingen, 14.10.2017
 
M. Mehmet Ünver
Pestalozzistr. 172 72762 Reutlingen / Deutschland
 
is2006@hotmail.de
www.mehmetünver.com

Röportaj: Serra Erdoğan
Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve turkishpress.co.uk sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.